Sporda Doping Gerçeği

Av. KISMET ERKİNER
Spor Hukuku Enstitüsü Başkanı
Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesi (CAS) Üyesi

İnsanoğlu hiçbir zaman fiziki ve akıl sınırlarını kabullenmemiştir; yeryüzünde var olmaya başladığı tarih öncesi çağlardan günümüze, hep bedensel ve ruhsal sınırlarını aşmaya çalışmış, yetenek ve becerilerini geliştirmeye uğraşmış ve bunu gerçekleştirmeye çabalarken hep birtakım tahrik ve takviye edici maddeler içmiş, yemiş, kullanmıştır: Avrupa’da kahve, Amerika’da koka, Afrika’da kola, Asya’da ginseng… Haşhaş neolitik çağdan beri yetiştirilirdi; esrar, Çinlilerce milattan 3000 yıl önce de kullanılıyordu;Antik Olimpiyatlar çağında M.Ö. VI. Yüzyılda sporcular bedensel güçlerini artırmak için aşırı et yemekteydiler. Bunu yaparken de, örneğin atlama sporcuları keçi etini, atıcılar sığır etini tercih ederlerdi.

 

XIX. yy.’da, modern sporun doğuşu ile hile de hemen beraberinde oluşmamış mıdır. İlk saptanmış olan doping olayı yüzmede kayıtlara geçmiş ve 1865 tarihini taşıyor. Aynı yıllarda maraton ve bisiklet de nasibini alır: Galli bisikletçi Arthur Linton 1896’da, yarışta morfin kullanmış ve iki ay sonra ölmüştü; 1904 Saint-Louis Olimpiyatlarında Amerikalı Thomas Hicks maratonu, herkesin gözleri önünde yaptırdığı iki striknin iğnesi ile kazanır, ancak o yıllarda kimsenin aklına buna itiraz gelmez. 1924’de gazeteci Albert Londres, krem halinde kokain’in sporcularca kullanımını yazı konusu yapar.

İkinci Dünya Savaşı sırasında müttefik kuvvetler pilotlarına amfetamin’leri, yorgunluklarını gidermek için, bizzat ordu vermiyor muydu. Bu madde daha sonraları, özellikle dağcılar arasında büyük rağbet gördü

Daha yakın tarihlere gelelim:

  • Yıl 1955, Fransa Bisiklet Turu’nda Fransız bisikletçi Mallejac ölür. Teşhis: aşırı uyarıcı kullanımı.
  • Yıl 1960, Roma Olimpiyat Oyunlarında Danimarkalı bisikletçi Knut Enemark ölür. Teşhis: aşırı dozda amfetamin ve nikotin türevi ronicol kullanımı.
  • Aynı Olimpiyatlarda Amerikalı atlet Nick Howard (400 m. engelli koşuda 3.) ölür. Teşhis: aşırı dozda eroin kullanımı.
  • Yıl 1963, boksörler Billy Beno ve Jupp Elze ölürler. Teşhisler her ikisi için de aşırı dozda eroin kullanımı.
  • Yıl 1967, İngiliz bisikletçi Tom Simpson ölür. Teşhis: aşırı dozda amfetamin kullanımı.

Yukarıdakiler, doping ölümleri arasında literatüre geçmiş olan birkaç medyatik örnek. Bunların yanında daha nice isimsiz sporcu benzer nedenlerle yaşamlarını yitirmişler veya sakat kalmışlardır.

1969 yılında, efsanevi Belçikalı bisikletçi Eddy Merckx’in tam bir doping ürünü olduğu artık biliniyor; daha sonra 1988 Seoul Oyunlarında Ben Johnson bu konuda harekete geçilmesinin bir ateşleyicisi oldu. Bu oyunlar sırasında Sovyetler Birliği’nin gizli bir laboratuvar oluşturarak, her yarışmadan önce kendi sporcularına bir son dakika kontrolu yaptıkları ve temiz çıkanları yarışmalara soktukları sonraları öğrenildi. 1989’da Berlin duvarının yıkılışından sonra Demokratik Almanya’nın gizli polisi STASİ’nin tam bir Devlet dopingi uyguladığı ortaya çıktı. Bu Devletin sistematik doping politikasına enaz onbin sporcunun dahil edilmiş olduğu saptandı O devirde Doğu Almanya, ençok prestij sağlayan sporlara “atletizm ve yüzme”ye kendisini odaklamıştı.

Bu duruma biraz daha yakından bakalım: 1960’ların başında Berlin: « utanç duvarı »nın öbür tarafında Demokratik Alman Cumhuriyeti gizli polisi STASI, Doğu Alman sporunu ele almaya karar verir. Amaç, uluslararası alanda siyasi olarak tanınmayan bu devleti, spor yolu ile Dünya sahnesine çıkartmaktır. Bu suretle Doping yeni bir eşik atlamış, sistemleştirilmiş; Devlet, sporcularına doping uygulama kararı almış; Doğu Berlin’de Spor Tıbbı Merkez Enstitüsü gerçek bir Doping Bakanlığı gibi çalışır olmuştur. Tam iki bin kişi geceli gündüzlü çalışarak bir takım doping programları geliştirirler; tek amaç vardır; Doğu bloğunun Batıya üstünlüğünü kanıtlamak …

1956 Melburn Oyunlarında sadece tek bir madalya alabilen Doğu Alman sporcuları, 1960 Roma Oyunlarında da yine tek madalya, 1964 Tokyo Oyunlarında ise sadece dört madalya kazanabilirler. Ve büyük patlama : 1972 Münih Oyunlarında 70 madalya, 1976 Montreal Olimpiyatlarında 90 madalya, 1980 Moskova’da 125 madalya. Halbuki yine Moskova’da, aynı milletin öbür taraftaki insanları, Federal Alman sporcuları sadece 40 madalya alabilirler.

Doğu Alman sporcularına doping maddelerini sağlayan da, bu ülkenin IOC tarafından akredite edilmiş Spor Tıbbı Enstitüsü « Kreischa » dan başkası değildir. Doğu bloğu rejimleri bu konuda o denli yol alırlar ki 1976 Montreal Oyunlarında, yukarıda adı geçen laboratuarın bir yüzer modeli, bütün oyunlar boyunca Montreal açıklarında demir atar. Sporcular devamlı kontrol altındadır. Aldıkları doping maddeleri testlerde görülenler yarışmalara sokulmazlar, maskelemesi etkili olanlar yarışır ve resmi doping kontrollerinde hep temiz, hep negatiftirler. Sistem zirvesine 1988 Seoul Oyunlarında ulaşır ve ABD’nin de katıldığı boykotsuz bu oyunlarda Doğu Alman sporcuları 102 madalya kazanırlar. (ABD’den sonra ikinci ençok madalya alan ülke).

!988 Olimpiyatlarının büyük yıldızlarından birisi de altı altın madalya kazanan Doğu Alman yüzücü Kristin Otto olmuştu. Ancak Komünist Bloğun yıkılışından sonra açılan tahkikatların birisinde, 1994’de STASI arşivlerinde inceleme yapan biyokimyacı Werner Franke, Kristin Otto’nun bu başarıları sırasındaki « testesteron » hormonu bulgularının normalden üç kat yüksek olduğuna dair belgeler bulunduğunu açıklamıştı.

Yine 1988 Seoul, bu oyunların bir diğer kraliçesi, Amerikalı sürat koşucusu, yüz metrede olağanüstü rekor sahibi, Florence Griffith-Joyner’in otuz sekiz yaşında bir sar’a nöbeti sonunda ölümü hâla hatırlardadır. Erkeklerde Linford Christie  1992 Barselona’da şampiyon olurken, idrarında bulunan « efedrin »in IOC Kontrol Komisyonu’nca ginseng olarak  nitelenmesiyle kurtulurken, Ben Johnson ile asrın dopingi, sonrasındaki medyatik olayları ve cezalandırması  gerçekleşiyordu. Sonrasında da Diego Maradona. Artık bardak taşmıştı…..

Doping’e etkin şekilde dur demenin zamanıydı……….. Zira, vurgulamak isteriz ki  doping : tarihsel, sosyolojik, antropolojik, psikolojik biyolojik, ekonomik  yönleri de olan ve sürekli evrim geçiren toplumsal bir olaydır ».

90’lı yıllarda spor yeni bir döneme girer. Üç yılda bisiklette saate karşı hız beş kilometre geliştirilir, halbuki böyle bir iyileştirme geçmişte ancak kırk yılda elde edilebilmiştir.

Atletizmde 10.000 ve 5.000 metre rekorları sırasıyla kırk ve on sekiz saniye geliştirilir. 1995’de 5000 metre rekorunun sahibi Said Aouita 1999’da dalının on beşinciliğine düşmüştür.  Aynı mesafenin bayanlarda 1986–1995 yılları arasında rekoru elinde bulunduran Ingrid Kristiansen sadece 1997–1998 yıllarında beş yeni yıldız tarafından geçilmiştir. Aynı şekilde 1500 metre dünya rekoru da üç saniye geliştirilir. Wilson Kipketer tarafından Sebastian Coe’nun efsanevi 800 metre rekoru sadece 1997 yılında iki kez geçilir. 200 metre erkeklerde Pietro Mennea’nın onyedi yıl 19 saniye 72 saliseye çakılı kalan rekoru birden Micheal Johnson tarafından 60 salise aşılır. 1999’da Ben Johnson’un dopingli rekoru Maurice Greene tarafından yakalanmıştır. Baş döndürücü gelişmeler ……….

Yüzme de bu inanılmaz gelişmelerden nasibini alır. Sadece 1999’da mevcut 80 rekordan 23’ü kırılır. 2000 yılı istatistiklerine bakıldığında, bunlardan sadece onu 1993’e aittir.

90’lı yıllar takım sporlarında da köklü değişikliklerin görüldüğü yıllardır. Maçların sayısı ve çeşitli organizasyonlar çok artmıştır. Futbolun yakın akrabası rugby’de artık sahada savaş halini alır.

Bütün bunlar olurken, sadece performans gelişmelerinin değil, fakat sporun büyük ikiyüzlülüğünün de bilincine varılmıştır. TEMİZ SPOR VAR MIDIR ?

Önce, eski komünist bloğun kirli çamaşırları ortaya dökülür. Sovyetler Birliği’nde henüz on beşinde olan jimnastikçiler, yarışma önceleri bizzat antrenörleri tarafından hamile bırakılmışlar; sebep, hamilelik sırasında kadın vücudu daha çok erkeklik hormonu üretir; kürtaj on hafta sonunda gerçekleştirilir. Demokratik Almanya’da STASI (gizli polis) arşivlerinde, bazı isteyerek hamile kalmış sporculara, canavarlar doğurmalarından korkulduğu için zorla kürtaj uygulandığına dair belgeler bulundu. Moskova Oyunlarında üç altın madalya kazanan Barbara Krause’nin çocuklarının sakat doğdukları biliniyor. 1986’da Avrupa gençler gülle atma şampiyonu Bayan Heidi Krieger 1997’de artık Bay Andreas Krieger’dir. 80’li yıllarda fareler üzerinde denenirken Doğu Alman sporcularda da kullanılan, [turinabol] adlı bir erkeklik hormonunun marifeti.

!992 sonrasında Çinli yüzücülerin başarıları saygıdan çok kuşku uyandırıyor. Bunlar 1993’de Majorka’daki Dünya Şampiyonasında on altı unvandan onunu kazanıyorlar; ertesi yıl Roma’da iki tane daha. Atletizmde Çinli Wang Junxia 10.000’de Ingrid Kristiansen’in rekorunu kırk iki saniye farkla kırıyor. Ancak Çinliler, Doğu Almanlar kadar dopingleri gizlemede başarılı olamıyorlar ve o on yılda elde ettikleri derecelerde 27 yüzücüleri doping kontrollerinde pozitif saptanıyorlar. Hele 1998’de bir yüzücülerinin valizinde, bütün takıma yetecek kadar  “büyüme hormonu“  şişelerinin bulunması yeni bir “devlet dopingi“ olayı ile karşılaşıldığı kuşkusunu güçlendiriyor.

1998 yılında İtalya’da, İtalya Ulusal Olimpiyat Komitesi (CONI) Başkanı, (daha sonraları İtalya spor bakanı oldu), Mario Pescante ve biyokimya uzmanı Prof. Francesco Conconi (Uluslararası Bisiklet Federasyonu – UCI) Dopingle Mücadele Komisyonu başkanı hakkında tahkikat açıldı: İtham,  1980 ile 1997 yılları arasında Ferrare Üniversitesi’ne 2 milyar EURO’nun doping maddeleri araştırma ve deneyleri için ödenmiş olduğuydu. Halbuki ödemenin resmi görüntüsü dopingle mücadele finansmanı olarak nitelenmekteydi. Ayrıca İtalyan Kontrol Laboratuvarının analizlerine de hile karıştırılmış ve Dünya pozitif bulgu ortalaması % 1,5 iken bu Laboratuvar % 0,25’lik bir ortalama ile pozitif vak’a yakalamıştı.

İtalya’da, Mayıs 2004’de 700 jandarma ve uyuşturucu ile mücadele polisinin yaptıkları araştırmalar sonucunda, ülkenin 27 vilayetine yayılmış bir doping şebekesini ortaya çıkardı. Birçok dava açıldı, bu arada İtalya’nın çok meşhur spor hekimlerinden Dr. Ferrari, “Lance Armstrong, Mario Cipollini, Laurant Jalabert” gibi önde gelen şampiyonlara doping maddeleri vermekle suçlandı.

Diğer yandan, Juventus takımının soyunma odalarında 1998’de bulunan 281 farklı ilaç stokunun ne işe yaradığı hakkındaki tahkikat, bu ilaçların % 75’inin reçete ile satılabilir olmasına ve miktarlarının küçük bür şehrin ihtiyacını karşılayacak veya bir küçük hastaneyi donatacak kadar olmalarına rağmen, her nedense bir türlü sonuçlandırılamamıştır.

Zinedine Zidane veya Gianluca Vialli gibi sporcular Neoton (adele yapıcı), Samyr (depresyona karşı), Voltarene (anti enflamatuar) gibi ilaçları aldıklarını itiraf etmişler, ancak İtalyan yasalarının boşluklarından yararlandırılmışlardır. Son olarak da, 1998 Fransa ve İtalya turlarını kazanmış olan italyan Marco Pantani doping, uyuşturucu ve depresyon batağından kurtulamayarak, bir otel odasında ölü bulunmuştur.

Çok yakın tarihte ABD’nin, doping yaptıklarından kuşkulanılan 27 sporcunun adlarını açıklamış olması bu ülkenin de nihayet dopingle mücadele için bir irade ortaya koymaya karar verdiğini göstermektedir. Gerçi bu konuda ABD eski dopingle mücadele komitesi başkanı Wade Exxum’un 2003’deki beyanları, hükümeti bu davranışa mecbur kılmıştır. Bu şahsa göre 1988 – 2000 yılları arasında aralarında Carl Lewis’in de bulunduğu en az yüz kadar sporcu pozitif yakalanmışlar, ancak üzeri örtülerek bu sporcuların olimpiyatlarda madalya almaları sağlanmıştır.

2000 Olimpiyatlarında  beş altın madalya kazanmış olan Marion Jones, 2002’de 100 m, Dünya şampiyonu Tim Montgomery, veya 2003 de 200 m. salon dünya şampiyonu Michelle Collins’in temiz olduklarını kim söyleyebilir. Üstelik bu sporcuların BALCO şirketinin müşterileri oldukları bilinirken.

Balco şirketi hakkında yapılan tahkikatta, bu ilaç üreticisinin 2000 yılında “Dünya Rekoru Projesi” adlı bir planı uyguladığı saptanmıştır. Amacı, Tim Montgomery’yi dünyanın en hızlı insanı yapmaktı. Bu proje 14 Eylül 2002’de gerçekleştirilmiş ve bu sporcu Paris’de 100 metre rekorunu 9,78 ile kırmıştır. Daha sonra bu senaryo ortaya çıkmış ve Tim Montgomery’nin rekor ve madalyaları iptal edilmiştir.

2004 yılı dopingin çeşitli durumlarını anlamakta önemli bir yıldır. İlk olarak, bir zamanların tenisteki bir numarası John McEnroe, altı yıl boyunca saç dökülmesini tedaviye yönelik anabolizan stereoidler aldığını itiraf etmişti. Bu itiraf, o tarihe kadar temiz sanılan tenisde de doping ortaya koydu.

Yine 1998’de, Belçika Gümrük Makamları Fransa Bisiklet Turu’na katılan Festina takımının masörünün eşyaları arasında EPO, büyüme hormonu, bir testesteron türevi olan Pantestone, kortikoidler, amfetaminler buluyorlar. Yapılan sorgulamada, masör önce susma hakkını kullanıyor; sonra çözülüyor ve işvereninin talimatı ile hareket ettiğini itiraf ediyor. Sorgulanan işveren de bir süre direndikten sonra masörü doğruluyor. Tüm Festina takımı (yarışın favorileri) Tur’dan ihraç ediliyorlar. Ancak kuşkular genişliyor ve Hollanda takımı TVM’nın iki teknisyeni de EPO dozları ile yakalanıyorlar. Artık pandoranın sandığı açılmış; doping hakkındaki suskunluk, görmezden gelme, marjinal bir olay gibi karşılama yıkılmıştır.

Fransada Cofidis bisiklet takımının organize şekilde doping yaptığına dair bulgular, bu konudaki finansman yöntemini de ortaya koymuş oldu. Bu, telefonla kredilendirme şirketi, Lüksemburg’daki Vantalux şirketine, bisikletçilerine imaj hakkı namı altında ödenmesi için önemli meblağlar yatırıyordu ( 2001, 2002 ve 2003’de 5 milyon Euro). Bu mali operasyon Cofidis firmasının sosyal ve vergisel ödemelerini azaltıyordu, bu suretle oluşturulan bir kara para ile orta ve doğu Avrupa’dan doping ilaçları satın alınmaktaydı.

Bu gelişmeler sadece bisiklet sporuna özgü kalmaz ve diğer sporlarda da etkisini gösterir. İtalya’da teknik direktör Zdenek Zeman’ın [Futbol eczanelerden çıkmalıdır] sözü yine 1998’de bomba etkisi yapar. Zeman’ın bir daha İtalya’da iş bulamamasına da sebep olur. Bu yeni cereyandan kayak da, rugby de, tenis de, birçok başka spor da nasiplerini alırlar.

Bu anlamda 90’lı yıllar, doping konusundaki tartışmalara yaşamsal bir gelişme getirir. Bundan böyle konu şu sporcunun veya bu sporcunun doping yapıp yapmadığını konuşmak değil, ve fakat, sorunun çözümlerini arama zamanıdır.

Ancak bu çözümlerin neler ve nasıl olabileceklerine değinmeden önce, yukarıda bazı örneklerle belirtmeye çalıştığımız doping olayları hakkında daha toplu istatistik bilgileri de vermenin yararlı olacağı kanısındayız.

Olimpiyatlarda idrar tahlilleri ile doping taramasında bulunulma işlemlerinin başladığı tarih 1968 Meksiko oyunları iledir. Meksiko’da 667 test yapılmış ve bir tek pozitif vaka saptanmıştır : İsveç’in pentatlon takımından Hans-Gunnar Lijenvall, bu suretle diskalifiye edilen ilk sporcu olarak tarihe geçmiştir. Oysa doping diskalifikasyonuna sebep olan sadece içtiği iki şişe biraydı. 1972 Münih’de 2079 test yapılmış ve yedi sporcu pozitif saptanmıştı. 1976 Montreal’de 1786 kontrol ve onbir diskalifikasyon. 1980 Moskova’da 1645 testde hiç pozitif vaka olmadığı belirtilir. 1984 Los Angeles’de 1507 kontrol ve 11 pozitif. 1988’de 1568 test ve içlerinde Ben Johnson’un da bulunduğu on diskalifikasyon. 1992 Barselona’da 1848 testde beş pozitif. 1996 Atlanta’da 1923 kontrolde sadece iki pozitif saptanır. Bütün bu verileri topladığımızda 13053 kontrolde sadece 48 doping diskalifikasyonu; bir başka veriye göre 1000 sporcuda 3.7 doping olayı. Hâla genelde “spor temizdir“ denebilecek bir orantı.

Doping kullanımında alınan müstahzarların % 95’i, asıl tedavi alanlarından saptırılmaktadır: Astım ilacı “efedrin”, sür’at koşucularının depara tepki süresini kısaltarak harekete geçişini çabuklaştırmaktadır; pediatride kullanılan “büyüme hormonu”, haltercinin adele ağırlığını, dolayısı ile gücünü arttırmaktadır; depresyon ilacı “prozac”, maratoncunun acıya direncini güçlendirmektedir; kansızlığa karşı tedavi ilacı “eritropoetin yani EPO”, kandaki oksijen dolaşımını artırarak bisikletçinin dayanıklılığını artırmaktadır; Alzaymer hastalığında kullanılan “tachrine”, Formüla 1 pilotunun veya golf oyuncusunun katedeceği yolu daha iyi hatırlamasını sağlamaktadır; damarda yüksek tansiyonu düşürücü bir “beta-bloker” atıcının titremesini azaltır; uyku halini tedavi eden “modafinil”, Körfez savaşı sırasında askerler tarafından kullanılmış, sporda ise, tek başına uzun yelken yarışlarna katılanlarca kullanılmaktadır. Bu örnekleri çok artırmamız mümkündür.

Son on yılda spordaki büyük doping skandalları, bu olayın artık bireysel ve marjinal bir sorun olmadığını ve fakat organize ve toplumsal bir boyuta ulaştığını ortaya koymuştur.

Doping yaşamın her kesiminde bulunmakla birlikte sadece sporda kovuşturulmaktadır. Dopingin tanımı hakkında da henüz bir fikir birliği yoktur. Bu konudaki zıt görüşler, büyük ölçüde de sporun tanımı hakkındaki farklılıklardan ileri gelmektedir. İzin verilen doping ile yasak doping arasındaki ayırım – sınır tamamen takdiridir.

İzin verilen doping olarak tanımlayabileceğimiz kesim, hazırlayıcı ilaçları ve izin verilen  yapıcı (rekonstrüktif) müstahzarları kapsar, bunlar herhangi bir hastalık bulgusuna dayandırılmaksızın, sporcunun doğal eşiklerini daha ilerilere götürmek için kullanılır. Diğeri, yani yasal olmayan doping, yasak olan kesim, şimdilerde WADA tarafından oluşturulan listeye göre belirlenmiştir.

WADA bu listeyi üç prensibe dayandırmaktadır: madde 1) performansı artırma niteliğine sahiptir, 2) sağlığa karşı bir risk oluşturmaktadır, 3) spor etiğine aykırıdır. Bir müstahzarın, yasaklı maddeler listesine alınması için yukarıdaki prensiplerden en az ikisine cevap vermesi gerekir.

WADA’nın bu yeni kriterlerine göre, örneğin Fransa’da 1 Ocak 2004’den itibaren, daha önce yasak olan 950 müstahzardan 308’i artık yasak olmaktan çıkartılmışlardır.  Bu durumda, şimdiye kadar doping addedilen birçok ilaç, bundan böyle doping oluşturmaktan çıkartılmıştır. Oysa etkileri hâlâ oldukları yerde durmaktadır. Bu durum da WADA’nın aslında ne yapmak istediği hakkında sorular sorulmasına neden olmaktadır.

Halen yapılmakta olan doping kontrollerinin etkin olduğunu sanmak, büyük bir yanlıştır. 1968 – 2000 yılları arasında Olimpiyatlarda sadece % 0,33 pozitif vak’aya rastlanmışsa, bu durum sporcuların çok azının doping yaptığnı göstermez. Bu durum sadece analiz edilen ve analiz edilebilen maddeler arasında çok az pozitif vak’aya rastlanmış olduğunu belirtir. Zira spor yapan kitlelere nazaran çok az kontrol yapılmaktadır. Örneğin 1996’da Fransız Futbol Federasyonu 1 milyon 990 bin lisanslı sporcusundan sadece 418 adedine kontrol uygulamıştır. Bunu da oranı % 0,021 yapar. Doping kontrollerinin caydırıcılığının olabilmesi için kitleler üzerinde en az % 10 kontrol uygulanması gerektiğini herkes bilmektedir.

Diğer yandan yeni doping yöntemleri geliştirenler ile bunları ortaya çıkartmaya çalışanlar arasında çok önemli bir çağ farklılığı mevcuttur. Bazı maddeler çok uzun süreler, bazen aranmadıkları, bazen de aranamadıkları için ortaya çıkartılamamaktadırlar. Bir sporcunun bir doping maddesini kullanmaya başlamasıyla, onun saptanması arasında bazen yıllar, hatta onyıllar geçmektedir. Bazı durumlarda, yeni proteinler veya moleküller, henüz deneme aşamasında oldukları sırada, sporcular tarafından kullanılmaya başlamaktadırlar. 1998’e ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, bu pazarda satılan büyüme hormon miktarının % 60’ı yasa dışı alanlarda ve özellikle sporcular tarafından kullanılmaktadır. Bu hormonu kullanan 65.000 Amerikalının sadece 10.000’nin reçeteye sahip oldukları saptanmıştır. Bu durumda resmi kontrollerin oran düşüklüğünün gerçeği yansıttığına nasıl inanılabilir. Diğer yandan, artık « gen dopingi »nden söz edilmekte, üzerine kitaplar yazılmaktadır ; ancak henüz kesin saptaması yapılamamaktadır. Hele hele bir de « dijital doping »den bahsedilmeye başlandığı göz önünde tutulursa …

Bazı sporcu ve antrenörlerin ifadesine göre yüksek düzey sporcuların en az yarısı doping yapmaktadır. 1996 Atlanta Olimpiyatlarında İngiliz kafilesinin doktoru Michael Turner’a göre ise katılanların en az % 75’i doping yapmıştır. Bazı spor dallarında ise bu oran % 90’lara varmıştır. Amerikalı doktor Robert Kerr’e göre ise profesyonel bisikletçilerin % 99’u EPO almışlardır.

1990’lı yıllarda doping, pazar ekonomisinin spordaki etkisi ile çok yaygın bir hal almıştır. Bu artışta pazar ekonomisi, özel sektör finansmanının spora yaptığı yatırımlar, kişisel başarı özlemleri, farmakolojideki çok önemli gelişmeler ve Internet kanalı ile iletişim, diğer bir ifade ile bu beş faktör ilaç piyasasında çok önemli bir Pazar patlaması yaratmıştır. Arz, talebe kendisini uydurmuş ve coğrafi dağılımı olan bir şebeke meydana gelmiştir. Buna göre: Macaristan, Bulgaristan, Rusya, Baltık Devletleri, Ukrayna, Polonya ve Çek Cumhuriyeti temel madde üreticisi; Hollanda, İsviçre, İspanya ve Meksika müstahzar üreticisi, Belçika ve İsviçre stoklama ülkeleri ve ABD ile Avrupa da tüketici konumundadırlar.

2003 yılında sporun sermaye birikimi 550 milyar Euro, diğer bir deyişle dünya ticaret hacminin % 3’ü olarak değerlendirilmiştir. Bu durumda doping maddelerine talep son derece cazip bir ticaret olmuş ve Internet de bunu son derece kolaylaştırmıştır. 1996’dan beri bu alanda onlarca arama motoru oluşturulmuş ve bunlar özellikle ABD, Hollanda, İsviçre, İngiltere ve Yunanistan’da konuşlandırılmışlardır. Bu şebekeler yüzlerce müstahzarı ucuz fiyatlara teklif etmekte ve bu yolla ilaç almak için artık reçete aramaya gerek kalmamıştır.

Doping piyasasında üç tip ürün bulunmaktadır: birincisi, yılda 5.000 Euro’ya sporcu, bir antrenman şeması ile bazı temel müstahzarlar almaktadır. İkincisi, 45.000 Euro’ya, sporcu kişisel özelliklerine uygun bir ilaç uygulaması almaktadır. Üçüncüsü ise, 100.000 Euro’ya en sofistike hormonları, kullanımlarını gizleyen ve yan etkilerini önleyen silicileri ile birlikte satın alabilmektedir. Bu son uygulama kişiye özel, üst düzey sporcuların ulaşabildikleri bir kaynaktır.

CONİ’nin araştırma müdürü Sandro Donati’ye göre İtalya’da 700 kadar doping müstahzarı yazan doktor mevcuttur ve her birisinin 50 ila 100 müşterisi vardır. Bu doktorların yıllık gelirleri de 2 milyon Euro’ya kadar ulaşabilmektedir.

Fransız L’Equipe gazetesinin 23 Haziran 2004 tarihli nushasındaki bir habere göre BALCO laboratuvarının müdürü, takip ettiği sporcuların elde ettikleri her dünya rekoru için 24.000 Euro bir prim almaktaydı (Tim Montgomery, Marion Jones gibi).

Dünya doping piyasasının 4 ila 8 milyar Euro’luk bir ciro yaptığı ifade edilmektedir. WADA’nın araştırma bütçesinin 17- 20 milyon Euro olduğu gözönünde tutulursa, hırsız ile polisin silahlarının ne kadar eşitsiz oldukları daha iyi anlaşılır.

Üst düzey yarışmalara katılan bir sporcu üç çeşit rakibi olduğunu bilmektedir. Doping yapmıyanlar (çok küçük bir azınlık), ilkel yöntemlerle doping yapanlar, bilimsel yöntemlerle doping yapanlar (üst düzeyin büyük çoğunluğu).

Olaya bir başka açıdan baktığımızda, dopinge yapılan yıllık 100.000 Euroluk bir yatırım sporcuya yaklaşık 2 milyon Euroluk bir gelir sağlayabilir. Oysa aynı kişi, genellikle sahip olduğu çok sıradan bir tahsil düzeyiyle istihdam edilebileceği sıradan bir işten yılda ancak 15.000 Euro gelir elde edebilecektir.

Fransız spor sosyoloğu Patrick Mignon’a göre, doping yapan sporcu kendisini bir suçlu veya sahtekâr gibi görmemekte, spordaki işini büyük fedakârlıklarla, gereğinde sağlığını da tehlikeye atarak, en iyi şekilde yapmaya çalışan bir kişi gibi görmektedir. Sporcu, kendi mantığına göre, Olimpik slogana da tamamen uygun davranmaktadır : « daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü »…

Yapılmış olan bir istatistik, kendi başına dopingin zararlarını ortaya koymaktadır: Eski Amerikan futbolu oyuncularının yaşama beklentisi 55 yaştır. Diğer bir ifade ile ABD’deki bütün meslekler arasında yaşamı en kısa olan meslek grubu; ABD genel ortalamasından 20 yıl daha kısa. Atletizmde Florance Griffith-Joyner’in 1998’deki, 38 yaşında ölümü dopingin rizikosunun diğer bir çarpıcı örneğidir. Seoul Oyunlarında 100 ve 200 metrelerde madalya almış olan bu sporcu aynı yıl iki de dünya rekoru kırmış ve hiçbir zaman kontrollerde pozitif yakalanmamıştır. Ancak birkaç ay içerisinde adele ağırlığını 10 kilo arttırılabilmiş olmasının başka hiçbir izahı bulunmamaktadır.

İnsan ömrünün gittikçe daha çok uzadığı Avrupa’da bisiklet şampiyonları gittikçe daha genç ölmekteler. Marko Pantani ve Jose Maria Jimenez 32 ve 34 yaşlarında, Hugo Kolbet 39 yaşında Gastone Nencini ve Roger Riviere 40 yaşında ölmüşlerdir. Futbolda da eskiden görülmemiş sıklıkta sahada ani ölümler olmaktadır.

Dopingi önlemede eğitimin çok büyük önem taşıdığını herkes kabul etmektedir. Ancak bazı etkin önlemler de önerilmektedir. Bunlardan birisi, doping olarak kullanılması mümkün olan müstahzarların, idrar tahlilinde kolayca saptanmasını sağlayacak bir işaretlendiricinin, üretimi sırasırda ilacın terkibine dahil edilmesi. Diğeri ise, üst düzey sporcuların bir nevi ISO standardına tabi tutulmalarıdır. Ancak bunlar halen sadece teklif aşamasındadırlar.

Bir diğer tedbir üst düzey sporcuların katıldıkları yarışma sayısını azaltmak, programlarını hafifletmektir. İkinci Dünya Savaşı öncesinin bisiklet şampiyonu Henri Pelissier bütün sporculuk kariyeri boyunca 25 km/saatlik bir ortalamayla 52.000 km katetmişken, yarım yüzyıl sonra Eddy Merckx 37 km/saat ile 400.000 km yapmıştır. 1946’da Jean Robic yılda 46 gün yarışırken Bernard Hinault 1980’de 250 gün yarışmıştır. Bundan 40 yıl önce Raymond Kopa bir sezonda 50 maç yaparken Zinedine Zidane halen 80 maç oynamaktadır. Byörn Borg 40 tenis maçı yapmışken, halen Andre Agassi 70 maç yapmaktadır. Bu duruma dayanmak imkânsızlaşmaktadır. »

Daha önce de ifade etmiş olduğum gibi doping: tarihsel, sosyolojik, antropolojik, psikolojik, biyolojik, ekonomik ve hukuksal yönleri olan bir toplumsal olaydır; dolayısı ile soruna  tıpçılar kadar ve hatta onlardan önce, sosyologlar, tarihçiler, felsefeciler ve hukukçular eğilmişlerdir. Ancak burada sorunun ekonomik boyutunu öne çıkartmak istiyorum. Diğer bir ifade ile Doping, ekonomik analizden kaçabilir mi ? Yoksa doping, nedenlerini, temellerini ekonomiden mi almaktadır?

Şu ifade acaba doğru mudur: “ Doping, profesyonel sporun bir yan ürünüdür.” Doping, bir çok davranış modeli arasında yer almaktadır; örneğin, bir sınava hazırlanma, bir iş görüşmesinde bulunma veya topluma hitapta heyecanı yatıştırmak için baş vurulan müstahzarlar. Ancak bütün bunlar arasında sadece sporda hukuki sonuçlar doğurmakta, cezalandırılmaktadır. Sporda da, özellikle spordan bütün yaşam gelirini sağlamaya çalışan üst düzay sporcuları hedef almaktadır. Çeşitli verilere göre bu, çok üst düzey profesyonel sporcu sayısı da bütün dünya için toplamda 150.00 kişi civarındadır. Üstelik bu sporcuların, branşlarına göre kariyerleri de çok kısadır: 4 ila 8 yıl olarak genelde ifade edilmektedir.

Bu kısa kariyeri sırasında, dünya çapında medyanın ilgisini çekebilen sporcu, birden çok büyük bir piyasa değeri kazanmaktadır. 2004 yılında en üst düzey gelire ulaşan sporculardan Tiger Wood’un golfte  o yılki geliri 66 milyon €, Michael Schumacher’in formula 1’deki geliri ise 63.5 milyon € olmuştur. Bu gelir düzeyleri dopinge başvurmada iki çeşit etkide bulunabilir: 1) dopinge başvurma gerilimini çok arttırarak; 2) sporcunun doping risklerini en alt düzeye indirecek yöntemleri finanse etme imkânlarını arttırarak.

Sporcu, dopinge baş vurup vurmama kararını verme aşamasında, üç çeşit rakiple yarıştığını bilmektedir: 1) doping yapmayanlar (çok küçük bir azınlık); 2) ilken şekilde doping yapanlar, ki bunlar  bütçelerinin sınırlı olmasından ötürü riskli, az etkili yöntemler kullanmaktadırlar; 3) bilimsel şekilde doping yapanlar (elitin büyük çoğunluğu). Bu dünya tasnifine ben bir de, Türkiye gerçeğini göz önünde tutarak, cahilce doping yapanları ilave etmek istiyorum. Bunları ikinci kategoriye dahil edebiliriz.

Bu üç çeşit rakibe karşı bilgili ve bilinçli bir üst düzey profesyonel sporcu şu kararı vermek durumundadır. WADA listelerinde yer alan bir yasaklı maddeyi kullanmak veya kullanmamak. Kullanmamak, kendisine bilerek rakiplerine karşı % 0.05 lik bir hendikapı uygulamak olur. Oysa ki kullanmak, performansına % 10’luk bir iyileştirme getirebilecektir.

Dünyada bir doping kontroluna maruz kalma rizikosu çok düşüktür: 1966-2002 yılları arasında yapılan Dünya Futbol Şampiyonaları doping kontrol oranı % 0,14 olmuştur. Bu oran 1968-2004 Yaz ve Kış Olimpiyat oyunlarının toplamında  % 0,38 ve 1996-2004 Fransa Bisiklet Turlarında %1,71 olmuştur.

Cezalandırılma rizikosu daha da düşüktür. Hatta hiç olmadığı bile ileri sürülebilir. Zira, doping eylemine karşı uygulanan hukuki takip yollarını etkisiz hale getirmenin birçok yöntemi mevcuttur. Kullanılan doping maddesini veya yöntemini tıbben meşru hale getirme yolu (sporcunun, tedavi maksatlı kullanım istisnası belgeleri ve bulguları önceden usulüne uygun şekilde tanzim edilmişse); hukuk yollarını doğru kullanarak usul yanlışları veya bilimsel tereddütlerden, devlet mevzuatı ile spor mevzuatı arasındaki çelişki ve boşluklardan  yararlanarak takibatı geçersiz kılmak. Bu durumlara bir örnek vermek gerekirse, 2004 Fransa Bisiklet Turu sırasında yapılan 152 testten 38’inde yasaklı madde bulunmuş, ancak hepsinin dosyasında bir tıbbi kullanım izni ile karşılaşılmıştır. Daha geniş bir zaman diliminde, 2000 -2004 Fransa Bisiklet Turlarında yapılmış olana 696 testten 210’u pozitif çıkmış, bunlardan sadece 4’ü cezalandırılmıştır. Zira, diğer bütün pozitif vak’alar bir “tedavi maksatlı kullanım belgesi” ile meşrulaştırılmışlardı.Yaz Olimpiyat Oyunları’nda tıbbi kullanım istisnasından yararlananların sayısı gittikçe artmaktadır. 1996’da 383, 2004’de 600 sporcu (ne garip tesadüftür ki bu belgeleri dosyalarında bulunduran sporcuların % 96’sı madalya alan ülkelerin sporcularıdır). Bu konuda bir rakamsal bilgi daha vermek gerekirse: 1996’de bulgulanan pozitif vak’a sayısı 2 (yani yüzde olarak % 0,10), 2004’de 24 (yani % 0,85) olmuştur.

Doping yapmadan ötürü, ceza kanununa göre cezalandırılma durumu İtalya dışında, hemen hiç bir ülkede mevcut değildir. Fransa’da 1969’dan 1989’a kadar doping kullanımı, uyuşturucu kullanımı olarak değerlendirilmekte ve cezai olarak takip edilmekteydi. Oysa şimdi doping yapan bir sporcu, spor sanayinin bir sonucu olarak görülmekte, bir kurban olarak algılanmakta ve dopingin kamu düzenini bozmadığı kabul edilmektedir.

Piyasa ekonomisine göre yapılan bir değerlendirmede doping yapan bir sporcunun net kârı şu şekilde hesaplanmaktadır:

  • Zaferlerin getirisi (1)
  • Dopingin maliyeti (2)
  • Dopingsiz elde edilen gelirler (3)
  • Kontrolun pozitif çıkması halinde cezalandırmanın  bedeli (4)

Dopingin net getirisi eşittir: (1) – (2) – (3) – (4). Sonuç artı ise doping rantabldır.

Yukarıda verilen hesaplamayı bir örnekle canlandıralım: Bir bisikletçi, yıllık brüt geliri 23 milyon €, doping eyleminin maliyeti 100.000 €, yasal yollardan elde edebileceği gelir 300.000 €, yakalanma ve cezalandırılma bedeli (0). Sonucun ne olduğu ortada.

1997 yılında ABD’de CBS televizyon kanalı için  16- 35 yaş arası Amerikan üst düzey 198 sporcusu ile yapılan bir ankete göre, bunların eğilimi günü yaşamaktı. Soru şu şekildeydi: “Size performans artırıcı yasaklı bir maddeyi iki garanti ile vereceğiz. Yakalanmayacaksınız ve önümüzdeki beş yıl için katıldığınız bütün yarışmaları kazanacaksınız. Ancak sonrasında, söz konusu maddenin yan etkilerinden öleceksiniz. Kabul ediyormusunuz?” Elde edilen cevapların % 52’si, “kabul ediyorum” olmuştur.

Doping olayını bir örnekle canlandırmaya çalışalım. İki sporcu, (A) ve (B). Aralarındaki rekabet şu şekilde gelişebilir: Her biri dopinge baş vurabilir veya yapmayabilir. Ortaya üç ihtimal çıkmaktadır. Şayet ikisi de dopinge başvurmazlarsa, aralarında tamamen sportif kaabiliyete dayalı bir sıralama oluşur. Biri doping yapıyor diğeri yapmıyorsa, doping, yapanı kazandırmaya yetebilir. İkisi de doping yapıyorsa, kullandıkları doping maddesinin aynı olduğunu ve eşit etkiler yarattığını kabul edersek, yeniden başa dönülmüş olur, yani aralarındaki sportif hiyerarşi, sanki hiç doping yapmamışlar gibi oluşur. Bu örnekten çıkarılacak ders nedir ? Herkes doping yapmaktadır, her sporcu diğerinin doping yapacağını öngörmektedir. Sportif sonuç değişmemektedir. Aradaki tek fark, doping yapmakla yaşamlarını tehlikeye atmışlardır. Bu tez, dopingin serbest bırakılarak, resmen doktor kontrolunda yapılmasını savunanları desteklemektedir. Dopingin serbest bırakılması ile, sportif dereceler gelişir, rekabet gayri yasal olmaz, tıbbi gözetim altında yapıldığından sporcuların yaşamları tehlikeye sokulmamış olur.

Yukarıda, doping yapmanın sadece ekonomik nedenlere mi dayandığı sorusunu sormuştuk. Buna her zaman olumlu cevap veremeyiz.  Zira, örneğin, vücut geliştirme sporunda, sadece kişisel tatminleri için bu sporu yapanların % 75’inin doping yaptıkları saptanmıştır.

Bütün bu olgular ve durumlar gözönünde tutulduğunda, gerçekten dopingle mücadele edilmek  istendiğinin şüpheli olduğu; alınan tedbirlerin daha çok göstermelik olduğu ileri sürülmektedir. Özellikle görülmektedir ki spor kuruluşları, yani ulusal ve uluslararası federasyonlar başta olmak üzere yetkililer, starlarını bir cezalandırılmadan korumak için azami gayreti göstermektedirler; bunu da sporcuyu koruma kaygısından ziyade, gözterinin ticari değerini korumak için yapmaktadırlar.

Ne garip tecellidir ki, Sydney ve Atina Olimpiyatlarında testleri pozitif çıkan sporcuların hemen tamamı ikinci sınıf sporcular olmuştur ve üçüncü dünya ülkelerinin vatandaşlarıydılar. Yani, kısıtlı bilgi ve bütçelerle hareket ettiklerinden, bulgulanmaları kolay maddelerle doping yaptıkları saptanmıştır.

Zengin ve bilgili sporcuların bu işi nasıl hallettiklerine örnek olarak Profesyonel Tenisçiler Derneği (ATP)yi gösterebiliriz. Bu kuruluş, bir yandan sporcularının sendikası konumunda olup, aynı zamanda uluslararası organizasyonların ortak yöneticisi ve dopingle mücadele organıdır. ATP, üyelerinden dopingli saptananların isimlerini saklı tutmakta, dışarıya yansımayacak şekilde cezalandırmakta veya aklamaktadır.

Fransa’da yapılmış olan bir araştırmaya göre, fransız televizyon seyircilerinin % 94’ü bisiklet sporunun, % 88’i de atletizmin dopingli olduğuna inanmaktaydı. Yine aynı araştırmaya göre, seyircilerin % 85’i dopingin, sporun ayrılmaz bir unsuru olduğuna ve yokedilmesine uğraşmanın beyhude olduğuna inanmaktaydı. Ancak buna rağmen deneklerin % 81’1 bisiklet sporunun, % 95’i de atletizmin seyrinden keyif aldıklarını söylemişlerdir. Bu durum da sporun değerleri ile, gösteri sanayii olarak sporun değerlerinin ne kadar farklı olduklarını ortaya koymaktadır.

Unutulmamalıdır ki, bugün doping yapmak sporda suç olarak görülürken, bir zamanlar, profesyonellik de sporun değerlerine aykırı olarak nitelenmekteydi. 1980 öncesine kadar bir sporcunun para alması olimpik değerlerin çiğnenmesi olarak değerlendiriliyordu. Nasıl ki, artık profesyonel- amatör ayırımı olimpiyatlarda kalktı ise; gösteri sanayiinin gerekleri bir gün doping hakkında da farklı sonuçlara varabilir.

Halen, günümüzde kaygının, gösteriyi cazip ve görünürde temiz bir rekabet içinde tutmak olduğunu söyleyebiliriz. Kaygı, yarışmanın rakipleri arasında rekabet eşitliğini sağlamak, gösterinin sonuç belirsizliğini korumak ve bu suretle etkinliğin medyetik yönünü ve ticari değerini yükseltmektir. Diğer bir ifade ile gösterinin para getirmeye devam etmesini sağlamak için, dopingle mücadele sürdürülmelidir; ancak bilinmelidir ki bu mücadele kaybetmeye her zaman mahkûmdur; zira sürekli, yeni ve bulgulanması güç veya bir süre imkânsız maddelere başvurulmasına neden olmaktadır.

Son söz olarak belirtmek isterim ki  Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC)nin kurucu belgesi olan “Olimpik Antlaşma”nın 11. maddesi “Olimpik Oyunlar IOC’nin münhasır mülkiyetindedir. IOC, Oyunlara ilişkin bütün hakların, özellikle ve sınırsız olarak da Oyunlar’ın düzenlenmesine, kullanılmasına, yayınlanmasına ve hangi yoldan olursa olsun yansıtılmasına ilişkin hakların sahibidir” demektedir. Avrupa Konseyi Dopingle Mücadele Sözleşmesi, WADA Kod ve son olarak da UNESCO Konvansiyonu dopingle mücadele tanımlarında, sürekli ve yeknesak şekilde, dopingle mücadelenin “ organize spor yarışmalarına katılan sporculara uygulanacağını” vurgulamaktadır. Yani kaygı, iddia edildiği gibi, bütün spor yapanların sağlığını korumak değil, yarışmaların görünür temizliğini korumaktır. Dopingle mücadelenin bu iki yüzlülüğü açıkça anlaşılmalıdır.

Bütün bu verdiğimiz bilgiler ışığında, dopingi savunduğumuz, yapılmasını meşru saydığımız sanılmasın. Biz dopingin, sporun ölümcül bir hastalığı olduğu kanısındayız ve yok edilmesi yönünde tavır almaktayız; ancak, en iyi ve etkili mücadelenin gerçekleri bilmekten geçtiğine inandığımızdan bu tebliğimizdeki bilgileri sizlerle paylaşmak istedim.

Beni dinlemekte gösterdiğiniz sabır için hepinize teşekkür ederim.